13 Ağustos 2009 Perşembe

YAZ KADINI! (ÇİÇEKLİ ELBİSEMİ GETİRİN BANAAAA!)

Yaz gelince bi haller oluyor bana. Bir az geç kalmış bir yazı olduğunun farkındayım. Lakin bunu bu ara yazmazsam çatlarım.
E tabi hepimize bi haller oluyor diyeceksiniz belki. Güneş D vitamini ve seratonin salgısını arttırıcı ışınlar üretiyor, depresyon kapımıza uğramaz oluyor (yapış yapış bunaltıcı günleri saymazsak).Doğa uyanıyor, çiçek börtü böcek kendinden geçiyor, bizler de değişiyoruz doğal olarak. Bir kere tarla domatesinin çıkması bile beni deli ediyor. Hem “geldi bahar ayları, gevşer gönül yayları!” diye atasözümüz bile mevcut.
Ama ben bendeki 180 derecelik dönüşü halen açıklayamadım.
Bir insan bu kadar mı değişi yahu?
Misal kış… Ki bayılırım kışa, kış çocuğu olmamdan kelli belki, aman evlere arkadaşlar doluşsun, sohbetin dibine vurulsun, rakımız eksik kalmasın. Giyelim kalın kalın hırkaları, hırkalar kollardan taşsın. Kitaplara gömülelim, yok kalk türkü dinlemeye gidelim tıklım tıklım bol dumanlı kafeye (hoş bu kış yalan olacak dumanlı ortam galiba ya.), Ezginin Günlüğü dinleyelim… Hep söylerim, yer yüzünde en baba aktivitelerinden biri bol acılı şarkılar dinleyip kederden kendinden geçmek olan kaç tane halk var allahaşkına! Bir kere meyhane kültürü denen hadisemiz var bizim ki biz evde zaman zaman “Hadi İBO dinliyoruz ve yıkılıyoruz!”, “Orhan Baba’yla içiyoruz ve kendimizden geçiyoruz!” zirveleri bile yaptık. Evet biraz abartmış olduğumuzu kabul ediyorum ama sohbet ederken winamp listesi türkülere geçtiğinde biz söylemesek evdeki misafirlerden geliyordu bazen bu talep (“Bi gün sırf baba parçalar dinleyip arabesk gecesi yapalım mı he?)
Ama yaz gelince her şey bir anda değişiyor bende. E tabi sohbetler balkona taşıyor, rakıya kavun-peynir eşlik ediyor gün batımlarında. E bu doğal. Doğal da kardeşim hayatta giymem dediğim 10 cm’lik topuklu stiletto aldım hem de Cem’e günlerce kıvrana kıvrana, neymiş, tatilde akşam giyecekmişim, kendimden tiksindim ya! Hatta inanılmaz ama tatilde sabah uyanıp plajda çalan Demet Akılın’ın erkeklere nispetli şarkıları bile içimi açtı. İtiraf ediyorum evet! İçimde bir kadın tüm kış uyuyor uyuyor cörrrt diye Mayıs’ta ortaya çıkıveriyor.

Çok şükür henüz Serdar Ortaç’a sempati duymuyorum! Zaten o aşamaya geldiğim gün kendimi imha edeceğim.
Ama tabi bu çiçekli uçuşan elbiselerle Heidi misali ordan oraya “ehehehe!” diye koşturup, tırnaklarıma mavi, çingene pembesi gibi renklerde oje sürmeme engel değil.

Ayhhhh, gidelim güneylere gene yahu, denize atlayalım cumburlop, balıklar kızarırken cızırdasın, soğuk biralar açılsın, eller havaya olsun, cısstak cıstak olsun, kendimizden geçelim yaaanee!Sabahlar olmasın…

3 Haziran 2009 Çarşamba

SEVGİLİYE...ÖZELLL...


Az evvel Erenköy Akıl Hastanesi’nden geliyordum (yok la,rutin bir ilaç yazdırma merasimi için), minibüs Koko Musti’nin cadde üzerindeki şubesinin önünden geçti. Benim de aklım başımdan anlık olarak uçtu! Gelinlikle-damatlıkla koştura koştura arabadan indiğimiz o gece geldi aklıma, “abi tavaya da at bi kaç tane, çok açız!” deyişim. Bize böyle bir düğün finali yakışırdı ya…

İnan niyeti bozdum minibüste, birkaç dakika içinde kendimi Bostancı sahiline attım, Sheeva’yı gezdirdiğimiz parka bir örtü serip yere uzandık beraber, sonra midyeciye vardık, buzzzz gibi iki Efes açtık, götürdük kızgın güneşin altında.

Hoop sonra sahne değişiverdi, Ayvalık’a düştük birden, imbat esiyor sanki hafiften, kadehte buz gibi rakılar, yiyemediğimiz tüm zavallı ızgara balık ve mezeler bize bakıyor, tabi Ayvalık’ın kedileriyle beraber, sonra yine sahne değişti, denizin içine kurulmuş masalara oturup çakırkeyif kafayla gülmekten ölürken buldum bizi, hem de hiç gitmediğimiz Marmaris veya Yunan Adası koylarında, öyle bir neşe, öyle bir mayışık huzur hali…

Sen bir gün demiştin ya bana, “Ben kışı bile sevdim seninle!”, ben hep nefret ettiğim yapış yapış “yazı bile” sevmişim seninle halbuki. Ayvalık’ı sevmişim, Antalya’da kavrulmayı, en mazbut aile otelinde bile fırlamalık yapmayı, seninle yine bir yerle gidebilme ihtimalini (senin deyiminle), gittiğimiz, gidemediğimiz her ülkeyi, her kasabayı… Hangi huzurlu kareyi hayal etsem içine seni oturtuveriyorum farkında olmaksızın, aklım beni ayartıyor ya yetmiyor seni de alıp götürüveriyor uzaklara, aklını çalıyor.

Sen sevgilim, bende yaptıklarım, yapamadıklarım ve yapabilme ihtimalim olan her şeyin vücuda geldiği yersin, “uzak ülke”’sin, gitsek de, gidemesek de.”Umut fakirin ekmeği!” demişler ya, sen olmasan ekmeksiz yaşar mıydı bu fakir!

Ki sen hala baş başa sıkılacağımızı düşünsen de bazen (ki ben de düşünüyorum doğal olarak zaman zaman) benim hayallerimdeki dünya turunun bir numaralı arkadaşısın! Üstelik bak bedava, masrafsız, zamansız….

Öyle işte sevgilim. Aklıma geldi, neyse ben saçlarımda deniz suyu kurumadan duşumu almaya gidiyorum denize bakan odamıza, yemekte görüşürüz!




By Tiftik- Akıl Hastanesi’nden dönerken, kendisinin kafa bi milyon gene her zamanki gibi.

3 Mart 2009 Salı

DEPRESYON GÜNLERİNDE AŞK



Neredeyse üç aydır yazamıyorum sevgili bloğum. Ühühüh! Zaten hoş neredeyse iki aydır saçımı da taramıyorum, işe bak ki doğru düzgün yemek de yemiyorum, gülemiyorum, ağlağım, kitaplara gömüldüm, alemi seyre daldım, EMO oldum adeta. Deli gibi üniversite yıllarımı özlüyorum, sonracıma işe güce kafa atıp tekrar ÖSS’ye girip (hoş adı hala ÖSS mi o lanet sınavın, malum köprü altından çook sular akmış durumda…) tekrar bir lisans programı okumak gibi saçma ve çılgın fikirler kafamda koro halinde dile geliyor ve en kötüsü de U-YU-YA-MI-YO-RUM!

Eşin dostun resmen zorlamasıyla ve hatta oldu bittisiyle kendimi bir klinikte doktorun karşısında buluverdim! Aslında doktora gitmekte direnen tiplerden değilim ama bunun depresyon olduğuna inanasım gelmedi nedense.

Deneyimimden yola çıkarak söyleyebilirim ki, bazı insanlarda depresyon kesinlikle yaratıcılığı ve üretkenliği körüklüyor! Öyküler mi yazmadım, beste mi yapmadım, kitapları mı kana kana içmedim, oh neler neler! Peki uyuyamayıp sabah da yataktan kalkamamanın günlük hayata faturası? Dedim kendi kendime “Bebeğim, davran ve en azından şu uykusuzluk illetine bir medikal çare ara!”

Güya ilaç isteyeceğim ha, muayenehane kapısından girer girmez koyverdim kendimi, adeta anime karakterleri gibi neredeyse ağzımı yaya yaya iğrenç bir şekilde ağlıyorum, adamcağız da mendil yetiştiriyor.

Bu arada bu durumun neredeyse travmatik bir nedeni var ancak paylaşamiyciim. Lakin baş edemedik işte.Ben süreçten haber vereyim en iyisi, doktorumuz dinledi, dinledi, alkol var mı dedi (sosyal içiciyim şükür), öncesinde geçirdin mi dedi, “evet” dedim. Ve abuk bir şekilde fark ettim ki ikidir başıma geliyor ve birincisi ciddi bir kilo kaybından sonra (28 kilocuk kadar!) 2002 ekonomik kriz dönemine denk gelmişti!

Sanıyorum ki doktor müdahalesinin şöyle bir etkisi var insanın olayları bir akış sürecinde tepeden bakarak ele almasını sağlıyor! Belirttiğim gibi bu seferki kısmen travmatik bir nedene dayansa da ekonomik kriz depresif yapıyor beni!!!

E ne var bunda hepimizi yapıyor diyeceksiniz, şuraya dikkati çekmek isterim ki, 2002’de üniversitedeydim, ailemin krizde batma tehlikesi olan işletmeleri yok çok şükür, anne baba emekli, tek çocuğum, kısacası öğrenci olarak belki de en altı kuru keyfi yerinde diye tabir edeceğimiz kesime dahilim, ama etrafta, arkadaşlarımın, çevremin öyle travmatik iflas, aile kavgası, boşanma hikayeleri dinlemiştim ki cebimdeki üç kuruştan bile kendimi sorumlu tutuyordum adeta.

Şu anda da bir işletmem var ve finansal gücü sağlam sayılır, sorumluluğu bende değil ama çalmayan telefonlar, aranan müşterilerden terslemeler ve iflas hikayeleri, sokakta artan üstü başı düzgün dilenciler, tüm bunlara karşı kömür-beyaz eşya yardımlarıyla bastırılmaya çalışılan sosyal katastrof beni de herkes gibi daraltıyor. Üstelik nedenlerini bile bile sisteme katlanmak ve bir şey yapamamak, kitapçıda adeta saldırıya uğrayan Das Kapital hikayelerini duymak insanı sinirli bir şekilde gülümsetip, çene titretiyor.

Ben de geleceğimi görmüyorum şu anda, Cemo işten umutsuz geliyor, onun yükü benden ağır, yükünü alamıyorum gibi geliyor, ailemize yeni bir birey katma kararı ertelenip rafa kalkıyor, kuyunun dibi görünmüyor.
Daralttım değil mi? Neyse doktor çaresiz ilacı dayadı ama mutlaka psikolog desteği ile halledeceğimizi uyuşmama izin vermeyeceğimi söyledi (güya).

İlaçlar, Efexor 150 mg, Xanax…Şu anda bitki gibiyim, ama kısmen mutlu, salak bir sırıtışla ortalıkta gezen bir bitki, sabah saat alarm çalınca “amaaaan boşver” deyip diğer tarafa dönüp tatlı uykusuna saat 13:00’lere kadar devam eden, boyuna su içen, zayıflıktan ağzı büyümüş, takribi 12 senedir ön tarafta bulunan göbeği neredeyse tamamen erimiş, çok da adeti olmadığı halde tırnaklarına her gün acayip renklerde oje sürüp ellerine bakıp bakıp “eheheheh” diye gülen, ağır hareket eden, evi en son öğrenciliğinde bu kadar dağılmış, hiç mi hiç ağlamayan ve maalesef pek de yazamayan bir bitki! Üretkenlik mi, yazmak mı? "Kafa dağıtmak lazım" mottosunu istemsiz bir şekilde kendime şiar edinmiş durumda saatlerce amaçsızca sözlükte gezinip, resmen gerizekalılar için üretilmiş bir oyunda skor yapmak için saatlerce mouse tutan elimi felce uğratma girişimlerindeyim! En büyük üretkenliğim bu, evet, oyunu da bitirdim hohooyt!:) "Recep İvedik 2" ye bile gittim dersem durumun vehametini sanırım anlatmış olurum. Yine de direniyorum, önümüzdeki günlerde böyle yazmayacağıma inanmak istiyorum! Doktorun dediğine göre bu durum bir aya kadar düzelip normale dönermiş.

Sözlüğe katılma yalan oldu ya şimdilik, depresyon başlığını altına tanım bir dost sohbetinde nasılsın sorusuna verdiğim cevapla yine kendimden geliyor:

“Abi, baharın gelmesine sevinip, taze fasulye ve cacık kokusunu, balkonda rakı- kavun kokusunu, Ege’ye gitmeyi özlemeyi özledim biliyor musun?”

By Tiftik.