13 Ağustos 2009 Perşembe

YAZ KADINI! (ÇİÇEKLİ ELBİSEMİ GETİRİN BANAAAA!)

Yaz gelince bi haller oluyor bana. Bir az geç kalmış bir yazı olduğunun farkındayım. Lakin bunu bu ara yazmazsam çatlarım.
E tabi hepimize bi haller oluyor diyeceksiniz belki. Güneş D vitamini ve seratonin salgısını arttırıcı ışınlar üretiyor, depresyon kapımıza uğramaz oluyor (yapış yapış bunaltıcı günleri saymazsak).Doğa uyanıyor, çiçek börtü böcek kendinden geçiyor, bizler de değişiyoruz doğal olarak. Bir kere tarla domatesinin çıkması bile beni deli ediyor. Hem “geldi bahar ayları, gevşer gönül yayları!” diye atasözümüz bile mevcut.
Ama ben bendeki 180 derecelik dönüşü halen açıklayamadım.
Bir insan bu kadar mı değişi yahu?
Misal kış… Ki bayılırım kışa, kış çocuğu olmamdan kelli belki, aman evlere arkadaşlar doluşsun, sohbetin dibine vurulsun, rakımız eksik kalmasın. Giyelim kalın kalın hırkaları, hırkalar kollardan taşsın. Kitaplara gömülelim, yok kalk türkü dinlemeye gidelim tıklım tıklım bol dumanlı kafeye (hoş bu kış yalan olacak dumanlı ortam galiba ya.), Ezginin Günlüğü dinleyelim… Hep söylerim, yer yüzünde en baba aktivitelerinden biri bol acılı şarkılar dinleyip kederden kendinden geçmek olan kaç tane halk var allahaşkına! Bir kere meyhane kültürü denen hadisemiz var bizim ki biz evde zaman zaman “Hadi İBO dinliyoruz ve yıkılıyoruz!”, “Orhan Baba’yla içiyoruz ve kendimizden geçiyoruz!” zirveleri bile yaptık. Evet biraz abartmış olduğumuzu kabul ediyorum ama sohbet ederken winamp listesi türkülere geçtiğinde biz söylemesek evdeki misafirlerden geliyordu bazen bu talep (“Bi gün sırf baba parçalar dinleyip arabesk gecesi yapalım mı he?)
Ama yaz gelince her şey bir anda değişiyor bende. E tabi sohbetler balkona taşıyor, rakıya kavun-peynir eşlik ediyor gün batımlarında. E bu doğal. Doğal da kardeşim hayatta giymem dediğim 10 cm’lik topuklu stiletto aldım hem de Cem’e günlerce kıvrana kıvrana, neymiş, tatilde akşam giyecekmişim, kendimden tiksindim ya! Hatta inanılmaz ama tatilde sabah uyanıp plajda çalan Demet Akılın’ın erkeklere nispetli şarkıları bile içimi açtı. İtiraf ediyorum evet! İçimde bir kadın tüm kış uyuyor uyuyor cörrrt diye Mayıs’ta ortaya çıkıveriyor.

Çok şükür henüz Serdar Ortaç’a sempati duymuyorum! Zaten o aşamaya geldiğim gün kendimi imha edeceğim.
Ama tabi bu çiçekli uçuşan elbiselerle Heidi misali ordan oraya “ehehehe!” diye koşturup, tırnaklarıma mavi, çingene pembesi gibi renklerde oje sürmeme engel değil.

Ayhhhh, gidelim güneylere gene yahu, denize atlayalım cumburlop, balıklar kızarırken cızırdasın, soğuk biralar açılsın, eller havaya olsun, cısstak cıstak olsun, kendimizden geçelim yaaanee!Sabahlar olmasın…

3 Haziran 2009 Çarşamba

SEVGİLİYE...ÖZELLL...


Az evvel Erenköy Akıl Hastanesi’nden geliyordum (yok la,rutin bir ilaç yazdırma merasimi için), minibüs Koko Musti’nin cadde üzerindeki şubesinin önünden geçti. Benim de aklım başımdan anlık olarak uçtu! Gelinlikle-damatlıkla koştura koştura arabadan indiğimiz o gece geldi aklıma, “abi tavaya da at bi kaç tane, çok açız!” deyişim. Bize böyle bir düğün finali yakışırdı ya…

İnan niyeti bozdum minibüste, birkaç dakika içinde kendimi Bostancı sahiline attım, Sheeva’yı gezdirdiğimiz parka bir örtü serip yere uzandık beraber, sonra midyeciye vardık, buzzzz gibi iki Efes açtık, götürdük kızgın güneşin altında.

Hoop sonra sahne değişiverdi, Ayvalık’a düştük birden, imbat esiyor sanki hafiften, kadehte buz gibi rakılar, yiyemediğimiz tüm zavallı ızgara balık ve mezeler bize bakıyor, tabi Ayvalık’ın kedileriyle beraber, sonra yine sahne değişti, denizin içine kurulmuş masalara oturup çakırkeyif kafayla gülmekten ölürken buldum bizi, hem de hiç gitmediğimiz Marmaris veya Yunan Adası koylarında, öyle bir neşe, öyle bir mayışık huzur hali…

Sen bir gün demiştin ya bana, “Ben kışı bile sevdim seninle!”, ben hep nefret ettiğim yapış yapış “yazı bile” sevmişim seninle halbuki. Ayvalık’ı sevmişim, Antalya’da kavrulmayı, en mazbut aile otelinde bile fırlamalık yapmayı, seninle yine bir yerle gidebilme ihtimalini (senin deyiminle), gittiğimiz, gidemediğimiz her ülkeyi, her kasabayı… Hangi huzurlu kareyi hayal etsem içine seni oturtuveriyorum farkında olmaksızın, aklım beni ayartıyor ya yetmiyor seni de alıp götürüveriyor uzaklara, aklını çalıyor.

Sen sevgilim, bende yaptıklarım, yapamadıklarım ve yapabilme ihtimalim olan her şeyin vücuda geldiği yersin, “uzak ülke”’sin, gitsek de, gidemesek de.”Umut fakirin ekmeği!” demişler ya, sen olmasan ekmeksiz yaşar mıydı bu fakir!

Ki sen hala baş başa sıkılacağımızı düşünsen de bazen (ki ben de düşünüyorum doğal olarak zaman zaman) benim hayallerimdeki dünya turunun bir numaralı arkadaşısın! Üstelik bak bedava, masrafsız, zamansız….

Öyle işte sevgilim. Aklıma geldi, neyse ben saçlarımda deniz suyu kurumadan duşumu almaya gidiyorum denize bakan odamıza, yemekte görüşürüz!




By Tiftik- Akıl Hastanesi’nden dönerken, kendisinin kafa bi milyon gene her zamanki gibi.

3 Mart 2009 Salı

DEPRESYON GÜNLERİNDE AŞK



Neredeyse üç aydır yazamıyorum sevgili bloğum. Ühühüh! Zaten hoş neredeyse iki aydır saçımı da taramıyorum, işe bak ki doğru düzgün yemek de yemiyorum, gülemiyorum, ağlağım, kitaplara gömüldüm, alemi seyre daldım, EMO oldum adeta. Deli gibi üniversite yıllarımı özlüyorum, sonracıma işe güce kafa atıp tekrar ÖSS’ye girip (hoş adı hala ÖSS mi o lanet sınavın, malum köprü altından çook sular akmış durumda…) tekrar bir lisans programı okumak gibi saçma ve çılgın fikirler kafamda koro halinde dile geliyor ve en kötüsü de U-YU-YA-MI-YO-RUM!

Eşin dostun resmen zorlamasıyla ve hatta oldu bittisiyle kendimi bir klinikte doktorun karşısında buluverdim! Aslında doktora gitmekte direnen tiplerden değilim ama bunun depresyon olduğuna inanasım gelmedi nedense.

Deneyimimden yola çıkarak söyleyebilirim ki, bazı insanlarda depresyon kesinlikle yaratıcılığı ve üretkenliği körüklüyor! Öyküler mi yazmadım, beste mi yapmadım, kitapları mı kana kana içmedim, oh neler neler! Peki uyuyamayıp sabah da yataktan kalkamamanın günlük hayata faturası? Dedim kendi kendime “Bebeğim, davran ve en azından şu uykusuzluk illetine bir medikal çare ara!”

Güya ilaç isteyeceğim ha, muayenehane kapısından girer girmez koyverdim kendimi, adeta anime karakterleri gibi neredeyse ağzımı yaya yaya iğrenç bir şekilde ağlıyorum, adamcağız da mendil yetiştiriyor.

Bu arada bu durumun neredeyse travmatik bir nedeni var ancak paylaşamiyciim. Lakin baş edemedik işte.Ben süreçten haber vereyim en iyisi, doktorumuz dinledi, dinledi, alkol var mı dedi (sosyal içiciyim şükür), öncesinde geçirdin mi dedi, “evet” dedim. Ve abuk bir şekilde fark ettim ki ikidir başıma geliyor ve birincisi ciddi bir kilo kaybından sonra (28 kilocuk kadar!) 2002 ekonomik kriz dönemine denk gelmişti!

Sanıyorum ki doktor müdahalesinin şöyle bir etkisi var insanın olayları bir akış sürecinde tepeden bakarak ele almasını sağlıyor! Belirttiğim gibi bu seferki kısmen travmatik bir nedene dayansa da ekonomik kriz depresif yapıyor beni!!!

E ne var bunda hepimizi yapıyor diyeceksiniz, şuraya dikkati çekmek isterim ki, 2002’de üniversitedeydim, ailemin krizde batma tehlikesi olan işletmeleri yok çok şükür, anne baba emekli, tek çocuğum, kısacası öğrenci olarak belki de en altı kuru keyfi yerinde diye tabir edeceğimiz kesime dahilim, ama etrafta, arkadaşlarımın, çevremin öyle travmatik iflas, aile kavgası, boşanma hikayeleri dinlemiştim ki cebimdeki üç kuruştan bile kendimi sorumlu tutuyordum adeta.

Şu anda da bir işletmem var ve finansal gücü sağlam sayılır, sorumluluğu bende değil ama çalmayan telefonlar, aranan müşterilerden terslemeler ve iflas hikayeleri, sokakta artan üstü başı düzgün dilenciler, tüm bunlara karşı kömür-beyaz eşya yardımlarıyla bastırılmaya çalışılan sosyal katastrof beni de herkes gibi daraltıyor. Üstelik nedenlerini bile bile sisteme katlanmak ve bir şey yapamamak, kitapçıda adeta saldırıya uğrayan Das Kapital hikayelerini duymak insanı sinirli bir şekilde gülümsetip, çene titretiyor.

Ben de geleceğimi görmüyorum şu anda, Cemo işten umutsuz geliyor, onun yükü benden ağır, yükünü alamıyorum gibi geliyor, ailemize yeni bir birey katma kararı ertelenip rafa kalkıyor, kuyunun dibi görünmüyor.
Daralttım değil mi? Neyse doktor çaresiz ilacı dayadı ama mutlaka psikolog desteği ile halledeceğimizi uyuşmama izin vermeyeceğimi söyledi (güya).

İlaçlar, Efexor 150 mg, Xanax…Şu anda bitki gibiyim, ama kısmen mutlu, salak bir sırıtışla ortalıkta gezen bir bitki, sabah saat alarm çalınca “amaaaan boşver” deyip diğer tarafa dönüp tatlı uykusuna saat 13:00’lere kadar devam eden, boyuna su içen, zayıflıktan ağzı büyümüş, takribi 12 senedir ön tarafta bulunan göbeği neredeyse tamamen erimiş, çok da adeti olmadığı halde tırnaklarına her gün acayip renklerde oje sürüp ellerine bakıp bakıp “eheheheh” diye gülen, ağır hareket eden, evi en son öğrenciliğinde bu kadar dağılmış, hiç mi hiç ağlamayan ve maalesef pek de yazamayan bir bitki! Üretkenlik mi, yazmak mı? "Kafa dağıtmak lazım" mottosunu istemsiz bir şekilde kendime şiar edinmiş durumda saatlerce amaçsızca sözlükte gezinip, resmen gerizekalılar için üretilmiş bir oyunda skor yapmak için saatlerce mouse tutan elimi felce uğratma girişimlerindeyim! En büyük üretkenliğim bu, evet, oyunu da bitirdim hohooyt!:) "Recep İvedik 2" ye bile gittim dersem durumun vehametini sanırım anlatmış olurum. Yine de direniyorum, önümüzdeki günlerde böyle yazmayacağıma inanmak istiyorum! Doktorun dediğine göre bu durum bir aya kadar düzelip normale dönermiş.

Sözlüğe katılma yalan oldu ya şimdilik, depresyon başlığını altına tanım bir dost sohbetinde nasılsın sorusuna verdiğim cevapla yine kendimden geliyor:

“Abi, baharın gelmesine sevinip, taze fasulye ve cacık kokusunu, balkonda rakı- kavun kokusunu, Ege’ye gitmeyi özlemeyi özledim biliyor musun?”

By Tiftik.

7 Aralık 2008 Pazar

"YAĞMURU KİM DÖKÜYOR, ÜNZİLE KAÇ KOYUN EDİYOR" AZERBAYCAN'DA?...

Yaklaşık bir ay kadar önce işten genelde yorgun ve bezgin gelen Cemo, bu kez parlayan, afacan bakışlarını yüzüne takmış halde geldi: "Aralık başında iki günlüğüne Azerbaycan'a gidiyorum canım!" (Gerçi afacan bakışlar biraz da freeshop'tan alışveriş yapma olanağı ile ilgili gibi geldi ya, neyse...:))

Ne yalan söyleyeyim, seyahati çok bu aralar, özlüyorum ama değişik yerlere gitmesine de içten içe seviniyorum, gittiği yerlerin arka sokaklarını merak eden bir adam olduğu içi belki...Ve gelip onları bir heyecanla, bir solukta anlattığı için, bir dolu fotoğraf, video kaydı ve müzk CD'si ile döndüğü için...
Efenim, malumat vereyim önce, öyle safariye gitmiyor tabi, ama bu sefer ki ultra resmi, hiper sıkıcı bir temas olacakmış. Kelli felli adamların olduğu, yemeklerin bitmez bir iştahla tüketildiği şu gezilerden (bu detaya dikkat derim).

......................................................
Benim Azebaycan'a olan sempatim lise yıllarına dayanıyor ve elbette Orta Asya, kopuz, kımız, yörük takkesi gibi ırkçı imgelerden kaynaklanmıyor!

İlk lise yıllarında tanıştık ya protest müzikle, hoş o zaman (sene 1996) protest müzik dağarcığmız Grup Yorum, Kızılırmak, Zülfü Livaneli ve Ruhi Su ile sınırlı. Bir de "Enternasyonal"i biliyorduk "enternasyonal" olarak...:) Ama okuyorduk azizim, bazı müzik makalelerinde özellikle komünizmin hüküm sürdüğü topraklarda bilimsel ve disiplinli sanat ve özellikle de müzik eğitimlerinin, etnik öğelerle birleşince muhteşem eserler verdiğini incelemiştik (dikkat ederseniz dinledim demedim, inceledim, sene 1996, kırsalda bir lisedeyim, kırmızı çorap ve süveter giyiyorum, internet yok, en azından bende yok, youtube'un tozu yok! Etnik jazz dinlemek mi??). Bunu pratiğini de ilk olarak "Yıldız İbrahimova"da görme fırsatımız oldu çok şükür(kantinde yenen hamburger yerine bisküviye talim edildi, hamburger pas geçildi, ilçenin en büyük kasetçisine yalvar yakar tek kasetlik siperişler verildi!) ki kendisi Bulgaristan ve Balkan müziği ile ilgili muhteşem jazz yorumlar yapmış bir sanatçıdır(Naim Dilemener mode on). Aslında bu durum, yani "müziği" analiz etmek, insanı, müziği ideolojiler ötesinde ve hatta ideolojiler üzerinde inceleyebilme fırsatına götürüyor. Ardından asıl Azerbaycan'daki potansiyel beni büyüledi adeta. Jazz'a giriş yapıp, etnik makamlarla beslenen (ki adı artık fuisson jazz olarak geçiyor) müziği de keşfedince, müziğin iki dörtlük ölçüde marşlardan ibaret olmadığı gerçeği kafama dank etti tabi! Ufkumuz açıldı, dimağımız genişledi, kulağımızın pası silindi!:)

O Azerbaycan kii, Vagıf Mustafa Zadeh gibi, dünyada ilk kez Hicaz makamı ve Jazz'ı birleştiren bir adamı çıkardı bağrından, ve de piyanosuyla adeta sevişircesine konser veren koleratür soprano hanım kızımızı...Aziza Mustafa Zadeh'i. ("Mugam" söyleyen dehşet sesli halk ozanlarınıı saymıyorum bile...)



















Üniversitede Azerbaycan gerçeği daha bir kanlı canlı çıktı karşıma;o zaman ben sırtında çantasıyla Borusan Kültür merkezinin müzik kütüphanesinde, elimde Jazz dergilerimle, korkunç müzik iştahıyla efendime söyleyeyim, videolar izliyor, araştırmalar yapıyorum heyt bee... Ama "bir musibet bin nasihatten iyidir" demişler ya; kitaplarda okuyoruz hep Azeri müzisyenler şöyleler, böyleler, gözümüzde adeta efsane olmuş bu mütevazi ülkenin insanları...Tanımlara bakılırsa -en azından bize göre- ortalıkta engin müzik bilgileriyle kasım kasım kasılan adamlar arz-ı endam ediyor! Bizde öyledir ya en azından, kıyısından bile bulaşmış olsa biri bu "müzik işlerine", önünden geçemezsiniz, yok öyle!

Bir şekilde aynı kütüphane azmini stüdyo profesyonel vokal yapma girişimlerinde gösterirken (ki hüsranla sonuçlandı anlayacağın sevgili okur, yoksa Sezen Aksu vokalistinden bozma -ya da yapma- bir popçunun satırlarını okuyor olurdun :) bir Azeri müzisyen geldi kayda. "Geldi mi" dedim; gösterdiler, af buyurun, ben diyeyim manav,siz deyin Çorumlu duvar ustası!(manavlar ve Çorumlu duvar ustaları, lütfen dava açmayın!)
Ancaak ustanın maharetini kayda girince gördük (bu arada "usta" elektro gitar çalıyor! Şok bir!) ve ben gecenin ikinci şokunu yaşadım, teknik ayrıntılarla sıkmak istemiyorum sadece şunu söyleyeyim; adam 64'lük nota basıyor ve bunu yaparken gözlerinde, ellerinde ve başka herhangi bir uzvunda, herhangi bir kasılma yok arkadaş! Tıpkı, tıpkıı "Soğuk bir Rus"gibi... Çaldığı partisyona bakarak söyleyebilirim ki bizim gitaristler olsa çalarken tribe giricem diye kesinlikle stüdyonun halı zemininde yuvarlanır olurdu!








Adamın adı Namık Nagdaliyev, YU-Hu diye bir heavy metal grupları var (ki albümlerini dinlemiştim çok şükür!), özellikle de Azerbaycan'da tanınıyorlar ve ciddi bir hayran kitleleri var, adam Haluk Levent'e de çalıyor (ki bir kayıtta yine böyle döktürünce Haluk abimiz "abi böyle çalarsan kardeşim sahnede çalamaz, daha basit bir solo atamaz mısın" diyor, yaa yaa...).

Sonra öğreniyoruz ki, müzik dahisi bu adam Fındıkzade taraflarında bir göz odalı evde karısı ve iki çocuğuyla resmen hayatta kalma savaşı veriyormuş! Bizim artist gitaristlerimiz ortada cirit atarken tabi ya ne olacaktı?

(Çok şükür ki geçtiğimiz yıllarda kendisini "Kıraç" bey oğlumuzun bazı şarkılarının altında -hatta "Senden Başka" klibinde, bestede- imzasını gördük. En azından bir yamuk olmadıysa kendisine, o bir göz odalı evden kurtulduğunu düşünüyorum.)

İşte bu şahitliklerden sonra (ki bir tanesi de benim şan dersi aldığım, altın dişli, korkunç bir müzik dahisi Züleyha Abdullayeva adında bir kadındı, detaya girmiycem, korkunç dahi dedim bir kere!) hayallerimdeki Bakü, bir müzik cennetiydi benim için...

Elbette Cemo'nun valizini yerleştirirken koyduk en değerli eşyamızı, kamera ve fotoğraf makinamızı.

..........................................................................

Gene parlayan gözleriyle geldi Cemo, valiz açıldı, kırışacak kıyafetler saçıldı, geçildi bilgisayar başına, ensesi kalın heyetten ötürü şehri gezememiş, çok üzgün. Ama müzik, ayağına gelmiş.


Alttaki videoda, Azebaycan'ın ünlü sesi "AZERİN" in, bir Sezen Aksu şarkısı olan "Ünzile" nin pırıl pırıl bir sesle ve nemli gözlerle yapılan yorumunu izleyeceksiniz.




Azerin hakkında bilerek fazla şey okumadım, ön yargılı olmak istemedim zira, ancak dinledikten sonra bir iki videosuna göz attım, resmi resepsiyon deneyimli bir sanatçı anlaşılan,biraz ondan hem de SSCB'nin dağılmasıyla ortaya çıkan kimliklerini bastırmakla ilgili enerjinin dışavurumu (ki belki de dillerinden müziklerine kadar "özgün" kalmalarınının sırrıydı ya bu "dışa kapalı" ekonomi!) ile ilgili olarak "milliyetçi" söylemler içeren klipleri de var.

Ama benim dikkatimi çeken Cem'in aktardığına göre, güya Türki Cumhuriyetlerle işbirliği yapmak, aslında kanepe tabağını silip süpürmek için gelen o heyetin (ne hikmetse Batı'da kriz olunca geliyor ya akla alternatifler! Paranın milliyeti yoktur eeyy, bize anlatmayın!) karşısında başka bir Türkçe pop şarkıyı değil de "benim için bu şarkının çok özel bir anlamı var" diyere tüm duygusunu katarak söylediği bu şarkıyı seçmesiydi!

............................................................................................

Biz anladık sanırım AZERİN derdini, hem de şivenize utanmadan o resepsiyonda bile kıkırdayan (bunu da aktardı muhabir sağolsun :), iştahı ve popülist politikaları uğruna sömürme şehveti dinmeyen, dinmediği kayıt boyunca kesilmeyen çatal- bıçak sesleri ve sohbet uğultusundan da anlaşılan o heyete rağmen, "ben"i kağıt üzerinde temsil eden o adamlara rağmen!...

Kendimi solistin duygulu ve bir o kadar teknik, matematiksel ve bilimsel müziğin disiplinli kurallarına sıkı sıkıya bağlı yorumlarına bırakıyorum... Ve düşünüyorum,kimbilir, Cemo'nun dediği gibi, belki "Ünzile" aslında Azerbaycan'dı iştahlı Türk heyetinin gözünde...

3 Aralık 2008 Çarşamba

ÖFKE NÖBETLERİ…

Fark ettim ki birkaç yıldır bir öfke nöbeti içinde yuvarlanarak yaşıyorum! “Bu kadar farkındaysan ve bunu yazıyorsan neyin nöbeti?” diye soran olursa göreceli dingin olduğum bir rehavet içindeyim şu sıralar…Ondandır bu kendine dışardan bakıp tahlil etme, edebilme halleri…

Önce işyerinde çalan telefonları açmadan evvel “ne var allahın cezası?” diye hönkürmekle başladı, sonrasında devrilen bir bardağa ana avrat sövmekle, iyi misin diye her sorana “öf iyiyim ne var?” diye öfke hezeyanlı cevaplarla devam etti. Geldiği son kertede anne ile yapılan kavgalarda yüksek sese abanmak, sevgili ile edilen kavgalarda duvar yumruklamak, eline geçeni kırmak sonra da cam kırıklarını avuçlamak (evet resmen eller paramparça oldu!) favorilerim oldu.

Günlerdir arıyorum nedenini, neyin öfkesi bu? Burada yazmak da iyi oldu hakikaten durumun vehametini iyice fark ettim son günlerde.

Belki herkes farkında değil ama son günlerde hepimizin içinde öfke nöbetleri hissediyorum ben! Zira beni delirten anne de, zıvanadan çıkan sevgili de sakin değildi zaten!

Yorulduk, resmen yorulduk. Sen kendi hesabını gör sevgili okur bilemem ama ben yoruldum sanırım! Bütün yazılarım böyle depresif olmayacak elbet ama en büyük arızamdan başlayayım dedim ben. Blogum “yeni ergen genç kız bloğu” durumuna gelme riski taşısa da söylemeden geçemeyeceğim, ister adına şehir hayatı deyin, ister “modern hayat sendromu” ben cidden bıkkın hissediyorum zaman zaman. Aman bir koşuşturmaca, sabah kalk, toplantın varsa hele en nefret ettiğin siyah takımı giy, savaş boyalarını sür, yallah işe, araba ile 15 dk süren yolu İstanbul trafiğinde otobüs ile –abartmıyorum- bir saat 10 dakikada git, gerçi, şu an konumumdan kaynaklı hesap vereceğim pek kimse yok, zaten kriz rehaveti, ama yorgunluğun köklerine dayanan günler, günlük hayatta suratına tükürme zahmetine katlanmayacağım adamlara hesap vermekle geçti, en azından bir çoğumuzun böyle, ama şimdisi için koştura koştura aynı yolu alıp eve gel, tam soyunup dökünüp sevdiğin insanı beklerken seni arsın, en erken 23:00’te geleceğini söylesin, bekle, bekle, kitap oku, o gelsin, iki çift laf etmeden yorgunluktan karşılıklı sız, sabah aynı döngü…Ne için??? Faturalar! Pehh!!!

…………………………………..

Belki insanın çalışma amacını kaybetmesiyle başladı bütün bunlar. Kapitalist düzen ve “kafa ve kol emeğinin ayrılması” meselesine girmek istemiyorum zira uzun bahis. Ama biliyorum ki “ beyaz yakalı” diye tabir ettiğimiz kesim de fikir işçisi ve ağır işçi vesselam.

Sevdiğim adamla eski tartışmalarımız geliyor aklıma, o zamanlar ben sırf antitez olsun diye, kadının özgürlüğünden dem vuracağım ya, e işimi de seviyorum, iş uğruna yapılacak fedakarlıklar hakkında konferans verir dururdum! O ise hep derdi ki: “Para, insanın hayatını sürdürmesi için vardır bitanem, ikimiz de seyahatler de olsak hep ne zaman yaşayacağız evliliğimizi, birlikte olmanın tadını ne zaman alacağız? Ben bu hale gelmek istemem açıkçası!”

Ama her şey değişti, o evlendiğimiz 2006 Haziran gününden yaklaşık bir hafta sonra. Canımızın içi bir yakınımızı kaybediverdik ellerimizin arasından… Üstelik işini delice severdi ve bir 5 yıl sonrası için emeklilik planları yapıyordu, balkonunun enfes boğaz manzarası önünde yudumlayacağı rakısının, evinden uzun geçirdiği günlerin acısını çıkaracağı günlerin hasret dolu hayalleriyle (rehberdi, turist rehberi…). İşte o gün değişmiştir benim iş hayatına olan tavrım.
O gün oldu bir daha eski haline gelmedi bakış açım ve ne gariptir ki şimdi ben para kazanmanın amaç ve sonuçları ile ilgili yırtınır ve sevgilim işi uğruna ayda en az 10 gün benden ayrı kalır oldu.

Müdahale edemem, işini seviyor, yapacak bir şey yok, ama içimdeki bir sızıdır şimdi sevdiğimin yanımda olmaması, iş uğruna kurban edilmiş güneşli Cumartesi öğleden sonraları, aylardır ertelediğimiz Fenerköy’den tekneyle balığa açılma planı, Şirince gezisi, evde saatlerce yatakta Lara Fabian eşliğinde kitaplarla miskinliğin derinlerine dalma hayalleri…

Ve anladım ki geçen sürede, Nasreddin Hoca’nın helva meselesi gibi iş=kariyer=para ve mutluluk bir araya gelmez olmuş! Ondan değil midir şu ultra büyük paralar kazanan yöneticilerin ilk fırsatta kendilerini yoga salonlarına, psikiyatristelere vurma çabası? Ya nereye gidecek onca para?

Öğrenciliğim geliyor aklıma, cebimdeki ( o zamanın parasıyla, ki sene 2002 falan) 1 800 000 TL ile üç ihtimalim vardı:

1- Bilet alıp kendini okula atmak
2- Ekmek almak
3- Sigara alp okula (Beyazıt’a) Kocamustafapaşa’dan yürümek ve arkadaşlardan borç istemek!:)

Tercih hep en mutluluk verici şık olan üçüncü şık olurdu! Para ile saadetin asla bir araya gelmediği şık!:) Açlık ve mutluluğun adeta doğru orantılı olduğu en umarsız şık!

Ve ne tuhaftır ki mesleği “İnsan Kaynakları ve Kariyer Danışmanı” olarak geçiyor kağıtlar üzerinde bu satırların sahibi insanın…Ne diyeceğim ben şimdi danışan adama? “Kaç kendini kurtar bu yamyam dünyasından, basit bir iş bul, hayatını devam ettirecek kadar para kazan ve en kısa zamanda sevdiğin insanla el ele tutuşup etrafa bak, hiç bir ayrıntıyı kaçırma, bir ağacın çiçek açışını, güneşin batışını izle, süt kokan bir bebeği öp, ürkek bir köpek yavrusunu okşamak için zama ayırmayı unutma!” mı diyeceğim? Boşversene sen!!! Öfkelenmeyeyim de ne yapayım şimdi, mesleğim “yalan söylemek” olmuşken??!!

NİHAYET...

Aslında bu nacizane bloğun doğum tarihi teoride bir sene öncesine dayanıyor. Ama şu eller, yaman eller bir türlü uzanıp da yazamadı. Belki yazmaktan korktu, bazen yazıp da yüzleşmekten, bazen düşündüklerine yetişememekten, bazen de kafamdan geçenleri tam olarak ifade edememekten.

Neticede Nobel ödüllü romanıma başlamıyorum ya, adı üstünde “blog” zaten. Ancak “her şeye gereğinden fazla önem verme” hastalığına sahip olmamdan kelli işbu bloga yazmam bu zamanı buldu.
Kurdeleyi kesiyorum arkadaşlar.
Uğurlar ola!