3 Aralık 2008 Çarşamba

ÖFKE NÖBETLERİ…

Fark ettim ki birkaç yıldır bir öfke nöbeti içinde yuvarlanarak yaşıyorum! “Bu kadar farkındaysan ve bunu yazıyorsan neyin nöbeti?” diye soran olursa göreceli dingin olduğum bir rehavet içindeyim şu sıralar…Ondandır bu kendine dışardan bakıp tahlil etme, edebilme halleri…

Önce işyerinde çalan telefonları açmadan evvel “ne var allahın cezası?” diye hönkürmekle başladı, sonrasında devrilen bir bardağa ana avrat sövmekle, iyi misin diye her sorana “öf iyiyim ne var?” diye öfke hezeyanlı cevaplarla devam etti. Geldiği son kertede anne ile yapılan kavgalarda yüksek sese abanmak, sevgili ile edilen kavgalarda duvar yumruklamak, eline geçeni kırmak sonra da cam kırıklarını avuçlamak (evet resmen eller paramparça oldu!) favorilerim oldu.

Günlerdir arıyorum nedenini, neyin öfkesi bu? Burada yazmak da iyi oldu hakikaten durumun vehametini iyice fark ettim son günlerde.

Belki herkes farkında değil ama son günlerde hepimizin içinde öfke nöbetleri hissediyorum ben! Zira beni delirten anne de, zıvanadan çıkan sevgili de sakin değildi zaten!

Yorulduk, resmen yorulduk. Sen kendi hesabını gör sevgili okur bilemem ama ben yoruldum sanırım! Bütün yazılarım böyle depresif olmayacak elbet ama en büyük arızamdan başlayayım dedim ben. Blogum “yeni ergen genç kız bloğu” durumuna gelme riski taşısa da söylemeden geçemeyeceğim, ister adına şehir hayatı deyin, ister “modern hayat sendromu” ben cidden bıkkın hissediyorum zaman zaman. Aman bir koşuşturmaca, sabah kalk, toplantın varsa hele en nefret ettiğin siyah takımı giy, savaş boyalarını sür, yallah işe, araba ile 15 dk süren yolu İstanbul trafiğinde otobüs ile –abartmıyorum- bir saat 10 dakikada git, gerçi, şu an konumumdan kaynaklı hesap vereceğim pek kimse yok, zaten kriz rehaveti, ama yorgunluğun köklerine dayanan günler, günlük hayatta suratına tükürme zahmetine katlanmayacağım adamlara hesap vermekle geçti, en azından bir çoğumuzun böyle, ama şimdisi için koştura koştura aynı yolu alıp eve gel, tam soyunup dökünüp sevdiğin insanı beklerken seni arsın, en erken 23:00’te geleceğini söylesin, bekle, bekle, kitap oku, o gelsin, iki çift laf etmeden yorgunluktan karşılıklı sız, sabah aynı döngü…Ne için??? Faturalar! Pehh!!!

…………………………………..

Belki insanın çalışma amacını kaybetmesiyle başladı bütün bunlar. Kapitalist düzen ve “kafa ve kol emeğinin ayrılması” meselesine girmek istemiyorum zira uzun bahis. Ama biliyorum ki “ beyaz yakalı” diye tabir ettiğimiz kesim de fikir işçisi ve ağır işçi vesselam.

Sevdiğim adamla eski tartışmalarımız geliyor aklıma, o zamanlar ben sırf antitez olsun diye, kadının özgürlüğünden dem vuracağım ya, e işimi de seviyorum, iş uğruna yapılacak fedakarlıklar hakkında konferans verir dururdum! O ise hep derdi ki: “Para, insanın hayatını sürdürmesi için vardır bitanem, ikimiz de seyahatler de olsak hep ne zaman yaşayacağız evliliğimizi, birlikte olmanın tadını ne zaman alacağız? Ben bu hale gelmek istemem açıkçası!”

Ama her şey değişti, o evlendiğimiz 2006 Haziran gününden yaklaşık bir hafta sonra. Canımızın içi bir yakınımızı kaybediverdik ellerimizin arasından… Üstelik işini delice severdi ve bir 5 yıl sonrası için emeklilik planları yapıyordu, balkonunun enfes boğaz manzarası önünde yudumlayacağı rakısının, evinden uzun geçirdiği günlerin acısını çıkaracağı günlerin hasret dolu hayalleriyle (rehberdi, turist rehberi…). İşte o gün değişmiştir benim iş hayatına olan tavrım.
O gün oldu bir daha eski haline gelmedi bakış açım ve ne gariptir ki şimdi ben para kazanmanın amaç ve sonuçları ile ilgili yırtınır ve sevgilim işi uğruna ayda en az 10 gün benden ayrı kalır oldu.

Müdahale edemem, işini seviyor, yapacak bir şey yok, ama içimdeki bir sızıdır şimdi sevdiğimin yanımda olmaması, iş uğruna kurban edilmiş güneşli Cumartesi öğleden sonraları, aylardır ertelediğimiz Fenerköy’den tekneyle balığa açılma planı, Şirince gezisi, evde saatlerce yatakta Lara Fabian eşliğinde kitaplarla miskinliğin derinlerine dalma hayalleri…

Ve anladım ki geçen sürede, Nasreddin Hoca’nın helva meselesi gibi iş=kariyer=para ve mutluluk bir araya gelmez olmuş! Ondan değil midir şu ultra büyük paralar kazanan yöneticilerin ilk fırsatta kendilerini yoga salonlarına, psikiyatristelere vurma çabası? Ya nereye gidecek onca para?

Öğrenciliğim geliyor aklıma, cebimdeki ( o zamanın parasıyla, ki sene 2002 falan) 1 800 000 TL ile üç ihtimalim vardı:

1- Bilet alıp kendini okula atmak
2- Ekmek almak
3- Sigara alp okula (Beyazıt’a) Kocamustafapaşa’dan yürümek ve arkadaşlardan borç istemek!:)

Tercih hep en mutluluk verici şık olan üçüncü şık olurdu! Para ile saadetin asla bir araya gelmediği şık!:) Açlık ve mutluluğun adeta doğru orantılı olduğu en umarsız şık!

Ve ne tuhaftır ki mesleği “İnsan Kaynakları ve Kariyer Danışmanı” olarak geçiyor kağıtlar üzerinde bu satırların sahibi insanın…Ne diyeceğim ben şimdi danışan adama? “Kaç kendini kurtar bu yamyam dünyasından, basit bir iş bul, hayatını devam ettirecek kadar para kazan ve en kısa zamanda sevdiğin insanla el ele tutuşup etrafa bak, hiç bir ayrıntıyı kaçırma, bir ağacın çiçek açışını, güneşin batışını izle, süt kokan bir bebeği öp, ürkek bir köpek yavrusunu okşamak için zama ayırmayı unutma!” mı diyeceğim? Boşversene sen!!! Öfkelenmeyeyim de ne yapayım şimdi, mesleğim “yalan söylemek” olmuşken??!!

1 yorum:

quantum dedi ki...

doğru söze nehacet.
buna yorum yazmak için kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir anda ağzına eline kalemine sağlık USTADIM demekten başka ne gelir elden.